18 Ağustos 2012 Cumartesi

Eleştirel Olmayan İdealizm

Doktoraya ilk başladığımda anlamakta zorlandığım bir kariyer profiliyle karşılaşmıştım sınıf arkadaşlarım/meslektaşlarım arasında. Şurada taşra üniversiteleriyle ilgili yazıyı okuyunca tekrar aklıma geldi, buraya not düşeyim dedim.

 İdealizm ve pragmatizm arasında bir ikilem öngörülür genelde. İdealist eylemlerini soyut bir idealle tutarlı olacak şekilde düzenlemeye çalışır. “Kategorik emir” formatında ilkeler vardır en temelde. Hangi koşulda olursa olsun, idealist bu emirlere uymak zorunda hisseder kendini. İdealist için eylemler ikincil derecede belirleyicidir. İdealler eylemleri belirler. Pragmatist için ise eylemler daha temeldedir. İdealler ancak bir eylem olarak vardır, araçsaldır. Diğer eylemlerini seçer gibi seçer pragmatist düşüncelerini.

İdealist ve pragmatist arasındaki ikilem çoğu zaman idealisti bir dava için çabalarken, pragmatisti ise güç peşinde bir çıkarcı olarak gösterir. Oysa elbette resim bu kadar basit değil. Bir idealist eğer uzak bir dava için çabalıyorsa kısa vadede sağ kalmayı, güç kazanmayı tercih ederek bir pragmatist gibi davranabilir. Öte yandan bir pragmatist de uzun vadeli bir hesap yaparak kısa vadede güç kazanmaktan feragat edip idealist olarak davranmayı ve hatta bir idealist olmayı seçebilir. Bu seçimlerin bilinçdışı boyutlarını da hesaba kattığımızda  resim, bizi idealizm ve pragmatizm arasında ayrım yaptığımıza pişman edecek kadar karmaşıklaşabilir.

Bu karmaşık resme ufak bir ekleme de başlıkta ismini verdiğim kariyer profili. Bu profili akademi özelinde tarif edeceğim ama bu profilin sadece akademiye özgü bir fenomen olduğunu da düşünmüyorum.

Akademide idealizm benim için doktoraya başlamadan önce kaba bir bilimselcilik sınırları içindeydi. Gerçek orada bir yerdedir. Doğru yöntemler seçilirse bu gerçek kendini eksik de olsa gösterir. İdealist bir akademisyen için dolayısıyla amaç sadece ama sadece gerçeği bulmak olmalı. Akademik idealizmin eleştirel bir boyutu olduğunu bana düşündüren şey ise akademik prestij piyasasıydı. Akademi, akademisyenlerin prestij kazanmaya çalıştıkları bir “mekan” haline gelmişti. İnsanlar gerçeği bulmak için değil, gerçeği bulmak için gerekli olduğu düşünülen yöntemleri en iyi, en güzel biçimde uygulayan insanlar olarak görünme derdine düşmüşlerdi. İşte bunun için gerçeği bulmak için gerekli çabayı göstermek yerine yayın yapmaya yetecek kadar çaba göstermeyi tercih ediyorlardı. Gerçeği bulmak için gösterilmesi gereken çaba bir akademisyeni gerektiğinde yayın yapmaya ara verdirecek ve onu belirsiz bir yola sokacak bir çabaydı ve belli bir yaratıclığı içeriyordu. Oysa yayın yapmak için gereken çaba literatür hakimiyetini ve literatürde bir şekilde gözden kaçmış ama ilgi çekebilecek bir konuda bilgi formatında metin üretmeye yetecek kadardı. İlk grup idealist, ikinci grup da pragmatisti benim gözümde. İdealist akademisyen bu yüzden akademideki bu prestij temelli “çürümeye” karşı eleştirel bir tavır içindeydi. Kendini akademik pragmatislere karşı konumlandırıyor, onlardan incelikli emeği sayesinde ayrılmaya çalışıyordu. Pragmatist ise benim gözümde prestij için yakalanmayacağını bilse intihal yapmaktan bile çekinmeyecek bir profildi.

Doktoraya başladığımda idealizmle pragmatizm arasında yaptığım bu naif ayrımı karıştıracak kariyer profiliyle karşılaştım. Bu profil benim gerçeği bulmak için gerekli olduğunu düşündüğüm çabayı harcıyor. Yapacağı yayınlara doğrudan katkısı olmasa bile alanıyla ilgili öğrenilebilecek şeyleri öğrenmeye hevesli. Bilgiye sırf bilgi olduğu için değer veriyor, yöntemlerin inceliklerini kullanmayacak olsa bile öğrenmeye çalışıyor. Durmadan çalışıyor ve bilimsel sorunlara sıradan olmayan çözümler bulmak için ciddi bir şekilde emek harcıyor. Bu tavırlarıyla tam bir akademik idealist gibi görünüyor. Ama diğer akademisyenlerle, mesela profesörlerle olan ilişkileri, konu ve yöntem seçimleri itibariyle tam bir kariyerist gibi düşünüyor. Devamlı akademik prestijini en üst seviyeye çekmeye çalışıyor bu profil. Mesela iyi bir okulda iş bulmaya ölüm kalım meselesiymişcesine değer veriyor. Seçtiği konuların hem okuldaki hem de genel akademi tarafından ilgi çekecek, popüler konular olmasına dikkat ediyor. Kullandığı yöntemler temelde yine popüler ya da profesörlerin kullandıklarından. Ama kendisine prestij katmak için hocaların bir nedenden dolayı ulaşamadıkları bir derinlikte kullanıyor bu yöntemleri.

Bu, kariyer için bir idealist gibi çalışma alışkanlığına sahip ve Türkiye’de az sayıda olduğuna şahit olduğum profile eleştirel olmayan idealist adını vermiştim kendi kendime. Eleştirel değiller çünkü akademi içindeki prestij piyasasıyla bir dertleri yok. Tam tersine prestij piyasasının gerçeğe ulaşmak için gerekli motivasyonu sağladığına inanıyor bu profil. Kullanılan yöntemler -onu eksik uygulayan akademisyenleri saymazsak- temelinde o kadar doğru bir tavrı taşıyor ki yöntemlere hakimiyet üzerinden tanımlanan prestij tam da bilimsel “gerçeği” bulmak için “gerçekten” çabalayan akademisyenleri seçiyor, bu profilin gözünde. Bu yüzden prestij sahibi olmayan ve kenarda köşede kalmış alternatif yaklaşımlardan haberdar olmaya bile gerek yok. Ana-akım literatürde uzmanlaşmak yeterli. Muhafazakarlık da bu alternatif yaklaşım konusundaki ön yargıdan giriyor akademinin içine.

Şimdi düşününce neden Türkiye’deyken böyle naif bir idealist-pragmatist ayrımına sahip olduğumu, aklıma merkez ve çevre ayrımı geliyor. Türkiye’deki akademi merkezde değil. Dolayısıyla merkezdeki rekabet ve akademik liyakat standartları aynı sıkılıkta mevcut değil. Bu yüzden konusunda uzmanlaşmış akademisyenle ismi bilinen, saygı gören akademisyen arasındaki mesafe merkeze göre daha yüksek. Haliyle çevreden merkeze baktığımda o gözümde devleştirdiğim akademisyenlerin eleştirel olmamalarını göremiyordum. Tek gördüğüm teknik kapasite ve yaratıcılıktı ve ben etrafımda buna benzer meziyetleri isminin duyulması yerine kendini bilimsel gerçeği bulmaya adamış az miktarda akademisyende görüyordum. Bu yüzden herhalde idealizmle akademik uzmanlaşmayı, yaratıcılığı ya da çok çaba harcıyor olmayı aynı kefeye koyuyordum. 

Türkiye’deki akademik çürümeyle ilgili tartışmalarda da benzer bir yanılgı gözüme çarpıyor bazen. Eğer bir akademisyen intihal yapmıyorsa, kendini tekrar etmiyor ve yeteri kadar teknik derinliğe sahipse makul akademisyen olarak resmedilebiliyor. Çünkü çürümenin alameti olarak intihal, kendini tekrar ve/veya teknik donanımsızlık gösteriliyor çoğunlukla. Oysa merkeze gelince gördüğüm kadarıyla akademik çürüme başlığı altına sokmak isteyebileceğim toplumsal iktidar karşısında muhafazakar bir konum almak, ekonomik ve/veya siyasi gücün bilimin gündemini ve yöntemini belirlemesine katkıda bulunmak gibi “çürümüş” akademisyenlerin tipik tercihlerini üreten düzenek Türkiye gibi çevre akademilerdeki intihal vb. vakalardan çok daha derin, çok daha vahim.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Düzenli Müdahale

Zamanında bu kitabı görünce bayağı heyecanlanmıştım. Sonrasında ayrıntılı bir şekilde okumaya fırsatım olmadı ama üstünkörü taradığımda, o günkü heyecanımı paylaşmakta zorlanıyorum. Aşağıda aldığım birkaç not var kitapla ilgili:

***********************

[s 125] “Bilimsel gözlem sadece gozlem degildir, ama kontrol altindaki kosullar altinda gozlemi kolaylastiran durumun insa edildigi andır. Bu tarz bir gözlemin, bilgi üretme düzenleri içindeki öznelerin katılımına bağımlı olmasının iki seviyesi var: ilki, gözlemin amaç ve parametrelerinin belirlenmesinde ve ikincisi, gözlemin gerçekleşmesinde."

Gözlemin parametlerini ve amacını belirleme aşaması pratik olduğu kadar ahlaki bir meseledir aynı zamanda. Belli bir gözlemin sonuçlarını nasıl bir kullanımı hedefleyerek kullandığın, gözlemin içeriğini kritik bir şekilde değiştirebilir. Popper tam da bu tarz yargıları bilimin kapsamında görmüyordu.


[s 126] “Popper'in (e.g. 1959), iyi kontrolun gozlemi gozlemciden illa ki bagimsiz yaptigi gorusunu, gozlemin sirf biyolojik bir olgu olmasi yuzunden kabul edemem. Iddia ediyorum ki, yorum gozlem eylemine icseldir (gozlemin disinda olarak dusunulemez).”

Bundan sonra seçici algıyla bir kaç deney sonucundan bahsettikten sonra şunu söylüyor:

"Gözlem, bariz bir şekilde, 'saf' değildir: kavramsal ve duygusal yorum çerçevelerince dolaylı hale getirilmiştir."

Sonra kitaba ismini veren "düzenli müdahale" kavramını şöyle tanımlıyor:

[s129]"Eğer müdahale, bir öznenin değiştirmek için gerçekleştirdiği amaçlı eylem ise, o zaman düzenli müdahale bir öznenin, sınırlar konusunda bir farkındalıkla koşullanmış bir değişim yaratmak amacıyla gerçekleştirdiği amaçlı eylemdir."

Her bilimsel çalışma, eğer genel düzeni anlamayı hedefliyorsa, sınırsız bir kapsayıcılık yerine kendi sınırlarını seçmeye yönelmeli. Böylece çalışmanın hem bilgisel kapsamı hem de ahlaki çapı hakkında bir fikir sahibi olmak mümkün olabilir.

Yöntemsel çoğulculuk belli bir inceleme alanına birden fazla şekilde yaklaşılabileceğini ve tüm şekillerin de kendi geçerlilikleri olacağını varsayar. Sınırlar konusundaki farkındalık da çalışma sınırları dışında kalan yöntemlerin de geçerli olabileceğini kabul etmeye dayanır. Böylece yöntemsel çoğulculuk ve sınırlar konusundaki farkındalık beraber varolurlar.



Göndermeler

Midgley, Gerald (2000) “Systemic Intervention: Philosophy, Methodology, and Practice,” Kluwer Academic/Plenum Publishers, New York.

26 Eylül 2011 Pazartesi

İktisadi Tavsiyenin İmkanı Üzerine

Bazı bilimciler yaptıkları işin insanlığa faydalı olabileceğini düşünür. Bu fayda gerçeği bulmak gibi nispeten soyut bir amaç olarak düşünülebileceği gibi, bir grup insanın hayatında iyi yönde değişiklik yapmak da olabilir. Doğa bilimlerinde teknoloji daha açık bir şekilde algılanabilirken, sosyal bilimlerde toplumsal fayda biraz daha sorunlu bir kavramdır. Bu yazıda bir sosyal bilim olarak iktisadın kapsamındaki hangi tür çalışmaların iktisadi politika önerisi oluşturabileceğini tartışacağım.


Gazete ve dergilerin ekonomi bölümlerine düzenli yazı yazan köşe yazarları neredeyse her gün ufak çaplı önerilerde bulunurlar. Çok büyük çoğunluğu önerilerini dikkatlice kurgulanmış modeller üzerine kurmaz. Ama akademik makaleler dâhil, biraz daha ciddi metinlerde genellikle kuramsal bir dayanak bulmak mümkün. Ancak bu ciddi önerilerin büyük bir kısmı kuramsal bir modele değil de, istatistiksel gözlemlere dayanıyor. Bu gözlemler genellikle doğrusal bir ilişkinin ya da doğrusal bir ilişki ile yeterli oranda az hata payıyla temsil edilebilecek doğrusal olmayan bir ilişkinin parametrelerinin tahminleri üzerine kurulur. Bu tahminler sayesinde incelenen iktisadi düzen hakkında bazı eğilimler, örüntüler görülür. Sonra da bu eğilimler üzerinden bu düzeni değiştirme gücü olan otoriteye tavsiyelerde bulunulur. Bu, ilk bakışta makul görünen yol aslında temel bir hata içeriyor.

Lucas’ın Eleştirisi

Lucas [3], 1976 yılında yazdığı ünlü makalesinde yukarıda bahsettiğim tarzdaki ekonometrik öneri üretimini eleştirmişti. Bu eleştiri o kadar ünlü oldu ki iktisat camiasında, Lucas'ın Eleştirisi diye anılır oldu. Eleştiri şu şekilde gelişiyor: Diyelim elimizde hareketli (dinamik) bir ekonomi var. Bu ekonominin hareketini belirleyen iki tip değişken var: içsel –yani ekonominin tanımı gereği ekonominin birer parçası olanlar- ve dışsal -yani içsel olmayan- değişkenler. Dışsal değişkenlerden bir tanesi de, hükümetin ekonomiye müdahalesini parametreleştirsin diyelim. Bu ekonomide yaşayan, ekonominin hareketlerini gözlemleyen ve buna göre karar alan insanlar yaşıyor. Ekonominin içsel değişkenleri de bu kararlarca belirleniyor. Ekonometrik politika önerisi, ekonominin içsel değişkenlerinin şu anki değerleri tahmin edilerek yapılıyor. Ancak politikanın başarıya ulaşması için politikanın üretildiği düzenle politikanın uygulanacağı düzenin aynı olması gerekir. Dolayısıyla bu tarz önerilerin önerilmesi, iktisadi oyuncuların kararlarının bu öneri uygulandığında değişmeyeceğini kabulünü yapıyor. Lucas gibi yöntemsel bireyci bir iktisatçı için, oyunculardan kasıt tek tek tüm tüketiciler, çalışanlar, sermaye sahipleri ya da kısaca tüm insanlardır. Bu durumda, düzenin politika önerisiyle değişmeyeceği kabulü, insanların beklentileri hesaba katıldığında elbette makul olmaktan çıkıyor. Daha sonra Lucas kendisini Nobel ödülüne götürecek çalışmalarla bu eleştiriden muaf modeller ve öneriler üreten neo-klasik iktisada büyük katkılarda bulundu. Bu tip modellerin -içinde genel denge olması, matematiğinin sıkıcı ve bazen oldukça zor olması dışında- temel özelliği arka planında bir mikro iktisat modeli olması; yani, insanların ve şirketlerin beklenti ve kararlarını neye göre oluşturduklarını hesaba katması.

Friedman’ın Açıklayıcı Kuramı

Bu aşamada yanıtlanması gereken anahtar bir soru çıkıyor karşımıza: İnsanların seçimlerini hangi koşullarda değiştireceklerini tahmin edebilmek için acaba insanların o seçimleri neden yaptığını anlamamız gerekir mi? Ya da insanları tahmin etmek için karar verme mekanizmalarını hatasız temsil edebilmemiz şart mı? Bu sorunun yanıtına “elbette evet” diyorsanız, lütfen bir kez daha düşünün.

Bilim nedenleri bulmaz aslında. İsmine neden denilen ilişki en iyi ihtimalle belli gözlem ve kuram anlayışı kullanıldığında görünür hale gelen etkileşim kanalıdır. Biraz salakça bir örnek olacak ama yer çekimi “kanununu” düşünün. Kitlelerin neden birbirlerini çekiyormuş gibi davrandığını açıklamaz aslında bu kuram. Kütle sahibi cisimlerin hareketleri arasında, tahmine yarayacak bir ilişki verir.

Friedman [1], davranışların nedenlerini bilmenin gereksizliği argümanını açıklamacı (positive) bir kuramın neye göre değerlendirilmesi gerektiğini tartışırken kullanıyor. Friedman'a göre bilimin amacı son aşamada nesnenin davranışının değişen koşullarda nasıl değiştiğini tahmin etmektir. Bu durumda, bilimsel bir kuram -diğer yan ölçütler dışında- ancak tahmin gücüne göre değerlendirilebilir. Bu yüzden eğer bir kuram gözlemlerle yüksek oranda tutarlı ise, bu kuramın üzerine kurulduğu kabulleri “gerçekçi değil” diye eleştiremezsin. Çünkü zaten gerçekçilik ölçütümüz kuramın gözlemlerle örtüşmesi.

İktisadi kuramlar genellikle matematiksel nesnelerle kurulmuş bir takım ilişkiler şeklinde ifade edilir ya da kurgulanır. Bu kurguların başında bir sürü kabul yapılır. Genellikle yapılan bir kabul, tahmin edeceğiniz gibi araçsal akılcılık kabulü. Bu kabule göre insanların ve karar alan tüm kurumların (şirketler, hükümetler v.s.) düzgün tanımlanmış tercihleri vardır ve tüm karar mercileri bu tercihlere göre en iyi seçeneği seçer. İyi tanımlanmış tercihlere sahip olmak pek kolay bir şey değildir doğrusu. Bazı durumlarda bir alternatifin öbüründen daha çok para getirip getirmediği bile hesaplanamayabilir. Bu tarz hesapları kendi gelişmiş bilgisayarlarında yapamayan iktisatçıların, insanların bu hesapları kafasından şakır şakır yaptığını düşünmesi belki pek gerçekçi gelmeyebilir. Ancak Friedman'a göre bu kabulü kullanarak geliştirdiğimiz tahminler gözlemlerimizle doğrulandığı sürece, bu kabulde hiçbir sakınca yok. Mesela, yapraklarını güneşe çeviren çiçekleri düşünün. Bu çiçeğin yapraklarının ışık gören yerlerinin alanını, hareket hızını azaltan kısıtlar altında azamileştirmeye çalışması şeklinde modelleyebiliriz. Burada elbette, elinde kâğıt kalem, oturmuş alan hesabı yaparken düşünmüyoruz çiçeği. Biz sadece çiçeklerde gözlemlediğimiz davranışı temsil edecek bir kurgu yaratıyoruz. Aynı kurguyu daha sonra başka çiçeklerde tahmin yaparken kullanacağız. Niye aynısını iktisatta da yapmayalım?


Akılcılığın Deneylerle İmtihanı

İktisat bilimi çatısı altında ismini duyurmaya başlayan bir saha oluştu son zamanlarda: Nöroiktisat (sinir bilimsel-iktisat). Bu saha deneysel iktisadın biraz daha radikal bir şekli olarak düşünülebilir sanırım. Nöroiktisatta, insanlar laboratuarlara çağrılıyor, bir takım iktisadi etkileşimlere tabi tutuluyor. Bu etkileşimler sırasında beyin hakkında gözlemler yapılıyor ve hangi tür davranışların beynin ne tür hareketlerine karşılık geldiğini bulmaya çalışıyorlar. Bazı düzenli bulgulara göre insanlar çoğu zaman akılcılığa mükemmelce uymuyorlarmış. Bazı nöroiktisatçılar bunu iktisat içindeki akılcılık geleneğine karşı bir devrim gibi yorumlamışlar. Bunun üzerine Gül ve Pesendorfer [2], oldukça tartışma yaratan makalelerinde, iktisadın nasıl yapıldığını tartışmışlar ve nöroiktisatın akılcılığa karşı bir devrim gerçekleştiremeyeceğini iddia etmişler bu tartışma üzerinden. Kendileri makalelerinde Friedman'ın yukarıda gönderme yaptığım makalesine [1] gönderme yapmamışlar, ama yöntem tartışmaları Friedman'ın tartışmasıyla önemli benzerlikler taşıyor.

Gul ve Pesendorfer'a [2] göre iktisadi veri, insanların seçimleri ve onların sonuçları şeklinde iktisatçılara ulaşıyor; yani, iktisatçılar insanların tercihlerini ve beyinlerinde ne döndüğünü görmüyorlar ama sadece yaptıkları seçimleri ve seçimlerin sonuçlarını görebiliyorlar. Bu yüzden seçimlerden tercihler hakkında sonuçlar çıkarmaya yarayan “açığa çıkmış tercihler kuramı” (revealed preference theory) kullanılır iktisatta. İktisat, davranışlar hakkında tahminler yaptığı için son tahlilde, insanların gerçekte akılcı davranıp davranmadığı aslında önemli değil.

Önerici İktisat

Friedman [1] açıklayıcı iktisatla önerici (normative) iktisat arasında Keynes'in yaptığı ayrıma gönderme yapıp açıklayıcı iktisadın yöntemlerini tartışmıştı. Bu yüzden refah iktisadından (welfare economics) bahsetmemişti. Gul ve Pesendorfer [2] da benzer bir ayrımı yapıyor ama bilimsel bir saha olarak refah iktisadını açıklayıcı iktisadın bir parçası olarak görüyor. Onlara göre refah iktisadı “etkinlik” (efficiency) kavramını kullanarak hali hazırdaki kurumların, hükümetlerin davranışlarını değerlendirmek için bir çerçeve sunuyor. Böylece bir politika önerisi diğerinden ancak ve ancak iktisadi karar mercilerinin ortak seçimi olabilecekse daha iyi olarak algılanabilir. Eğer bir kurum etkin değilse, hangi seçimlerin, koşulların onu etkinsiz yaptığını anlamaya çalışırız. Bu yaklaşıma göre bir soyutlama olmayan bir kuruma veya insana önerilerde bulunan bir iktisatçı, öneride bulunduğu sırada sosyal bilimci olarak iktisatçı rolünü bir kenara bırakmış demektir.
Kısa bir not düşmek gerekirse, Friedman'ın [1] ve Gul-Pesendorfer'ın [2] makaleleri açıklayıcı iktisatla, önerici iktisadı birbirlerinden ayırıyorlar. Bu ayrımı Friedman kafa karışıklığını engellemek için şart görürken, Gul ve Pesendorfer ise bu ayrımı iktisatçıların aynı bilimi yapmalarına rağmen ahlak felsefesi soruları karşısında farklı tavır alabilmelerini sağlamak için değerli görüyor. Lucas'ın [3] eleştirisi ise açıklayıcı iktisada önerici iktisat karşısında bir öncelik tanıyor. Ancak her üç makalenin iddiaları önerici iktisatla açıklayıcı iktisadın ayrılabilmesine dayanıyor.

Önerici İktisadın Açıklayıcı İktisattan Ayrılamazlığı

Önerici iktisatla açıklayıcı iktisadın ayrımı açıklayıcı eylem alanının açıkladığı alandan bağımsızlığını varsayar. Doğa bilimlerinde, bu ayrım kolayca özne-nesne ayrımı şeklinde savunulabilir. Ancak sosyal bilimlerde böyle bir ayrım, bilimcilerin toplumun geri kalanından soyutlanması ölçüsünde mümkündür. Dolayısıyla normatif iktisadın pozitif iktisattan ayrık olabilmesi, iktisatçılar cemaatinin bilimsel metin üretme kurallarının sosyal alanın geri kalanından etkilenmemesini gerektirir. Öte yandan Lucas’ın ima ettiği tarzda bir normatif iktisadın imkânı yine bu birbirinden ayrık duran iki alt toplumdan (iktisatçılar cemaati ve toplumun geri kalanı) iktisatçılara açıklayıcı düşünceyle gerçekleşen bir üstünlük veriyor. Gül ve Pesendorfer’in pozisyonu ise bu ayrımı önerici iktisadın imkânsızlığı yönünde savunarak bu üstünlük fikrinden vazgeçmek oluyor bu durumda.

Ancak eğer iktisatçıların bilimsel metin üretme kuralları da içinde yaşadıkları toplumsal yapıdan bağımsız değilse ve toplumun geri kalanı da bir şekilde iktisatçılar cemaatinden anlamlı bir seviyede geri bildirim alabiliyorsa, o zaman her üç makale de kaçınılmaz olarak muhafazakâr bir rol kazanmış olur. Çünkü iktisatçılar için evrensel yöntemler olarak algılanan tavırlar, toplumun kalanının şu anki halinin mümkün olmasını sağlayan süreçlerin sonucu. Dolayısıyla, iktisatçıların kendi cemaatlerinin oluşumunu sorgulamalarına gerek bırakmayan ayrıklık kabulü onları aynı zamanda ortak tavırları doğal ya da kaçınılmaz bulmaya itiyor. Eğer bilim cemaatinin toplumsal olarak belirlenmesini sağlayan süreçler kaçınılmaz ise, bu süreçleri belirleyen daha temel süreçler de kaçınılmaz olur ve böylece toplumsal yapıyı kökten değiştirecek her türlü değişim önerisi imkânsız olarak görülür. Dolayısıyla normatif iktisat ya imkânsız olur ya da sadece mevcut durumu korumanın bir aracı haline gelir.

Gül ve Pesendorfer’in, önerici iktisadı ahlaki açıdan taraflı buldukları için açıklayıcı iktisatla sınırlamaları iktisadı, yine iktisatçıların bağımsızlığını kabul ederek açıklayıcı iktisadın ahlaki olarak tarafsız olduğunu ima ediyor. Ancak bu ayrıklık kabulü muhafazakâr bir kabul olduğu için aslında bu tavır da ahlaki olarak tarafsız olmaktan çıkışıyor. 

Akılcılık Kabulünün Ahlaki Sorumluluğu

Açıklayıcı iktisat ahlaki olarak tarafsız değilse, açıklayıcı iktisadın nasıl olacağı seçimi de ahlaki bir seçim haline gelir. Dolayısıyla, "verileri tahmin gücü yüksek kuramlar oluşmasına yardımcı olduğu sürece, insanların davranışlarının arkasındaki zihinsel süreci anlamamıza gerek yok" aynı zamanda ahlaki bir tavır haline geliyor. Üstelik üzerine inşa edildiği kabul gereği muhafazakar olanından. 

Akılcılık kabulü özelinde de bu muhafazakar tavrı görebilmek mümkün. Toplumdaki genel akılcılık, seçim vurgusu doğal olarak karşılandığı için iktisat cemaati tarafından, kendi yöntemsel akılcı bireycilik tavırlarını da evrensel bir bilim yöntemi olarak görülüyor. Ancak yöntemsel akılcı bireycilik tam da bireylere sahip olmadıkları bir güç atfederek onları aslında toplumdaki güç dağılımı karşısında hazırlıksız bırakan bir ideolojinin iktisat cemaatindeki uzantısı. İktisat cemaati toplumsal seçim ideolojisiyle akılcılık kabulü arasındaki bu ilişkiyi deşifre etmediği sürece, bu ideolojiye ve böylece toplumun şu anki haliyle muhafazasına katkıda bulunmuş olacak.

20 Eylül 2011 Salı

Hakikat Rejimi

Foucault "entellektüel'in siyasi işlevi" adlı makalesinde [2] argümanına önce “Hakikat Rejimi” kavraminin tanimiyla baslar. Tanımın işaret ettiği, çok katmanlı düzenin kaba bir temsilini yapacağım bu yazıda. Foucault hakikat rejimini şöyle tanımlar:

Her toplum kendi hakikat rejimini, hakikatin “genel politikası”nı; yani, hakikatin demir attığı söylem türlerini ve hakiki olarak iş gören nedenlerini; hakiki önermeleri yanlış olanlardan ayıran mekanizmaları ve durumlarını, her önermenin onaylanış yollarını; hakikate ulaşma aracı olarak değer biçilmiş teknik ve usulleri; hakiki olma ölçütlerine karar verme yükümlülüğünde olanların konumunu barındırır.

Sayarasak, hakikat rejiminin dört öğesini buluruz. Sırayla gidelim madem:

Ilk öğe toplumdaki hakikat tartışmalarının kapsamıyla ilgili gibi görünüyor. Bir tartışmanın kapsamı tartışma içerisinde geçen iddia ve kabullerin doğruluğunun geçerli olduğu koşulların belirlenmesini kapsar. Bu koşulların her birini ayrı birer önerme gibi düşünebiliriz. Bu durumda tartışmanın kapsamı, önermeler ve onların içerikleriyle ilgilidir. Bu içerikleri tarif etmek için iki yol var: köşeleri önermeler olan bir çizgeden ya da genel bir durumlar uzayı üzerinde tanımlanmış bir kümeler topluluğundan bahsedebiliriz.

Çizge durumunda, önermelerin içeriği, diğer önermelerle olan ilişkisi üzerinden belirlenir. Mesela yönlü kenarlar kullanırsak bu çizgeyi tarif etmek için, bir önermeden çıkan kenarların ulaştığı diğer önermeler bu önermeyi söylem içinde takip eden önermeler topluluğu sayesinde bir önermenin tüm olası açılımlarını bulmuş oluruz. Aynı önermeden ters yönde ilerleyerek de bu önermenin takip ettiği önermeleri bulabiliriz. Böylece aslında bir önerme hakkında, elimizdeki söylem düzeninde görebildiğimiz kadarıyla öğrenmek isteyebileceğimiz her şeyi öğrenmiş oluruz. Her ne kadar, varlıkları diğer varlıklarla olan ilişkileri üzerinden keşfetme yolu Foucault'nun genel düşünüş tarzıyla daha uyumlu olsa da, yazının devamında diğer öğeleri tarif ederken kolaya kaçabilmek için biraz daha özcü bir tavır alacağım.

Şimdi Aumann'ın [1] oyun kuramı için kurguladığı malumat temsiline benzer bir temsil düşünelim. Bir durumlar topluluğu var. Bu topluluk üzerinde tanımlı ufak topluluklar var. Her topluluk önermenin doğru çıkmasıyla çelişmediği durumları kapsıyor. Evet, durumlardan sadece bir tanesi hakiki, diğerleri ise imkan dahilinde ama yanlış. Her önerme de kendince bir doğru-yanlış ayrımına dayanıyor. Bu ikinci temsile göre bir önermenin öbürünü gerektirmesi demek, temsil ettiği kümenin diğerininkinin alt kümesi olması demek. Yani bu temsili kullanarak yine bir çizge elde edebiliriz. Aslında çizgeden de minimal bir durum uzayı elde etmek mümkün ancak bu ikinci temsille durum uzayı konusunda elimizi daha rahat tutabiliriz. Mesela böylece, toplumsal söylem temsilimize dinamik bir imkan katma şansımız olur. Mesela bir kuramcı, genelde tartışılan önermelerden daha ayırıcı bir önerme geliştirebilir. O zaman bu kuramcının yeni önermesinin söylem düzenine katkısını daha anlayarabiliriz.

İkinci öğede hakiki önermeleri yanlışlardan ayıran mekanizmalardan bahsediyor. Burada yine küme temsilini kullanarak ikinci bir durumlar uzayından bahsetmek mümkün olabilir. Söylem içinde ifade edilebilen durumlar ilk öğenin bir parçasıydı. Bir de söylem içinde doğrudan ifade edilemese de, bir şekilde algılanabilen durumlardan bahsedebiliriz. Bu durumda doğruyu yanlıştan ayıran mekanizma denilen kavram aslında algılanabilen durumlardan bahsedilebilen durumlara tanımlı bir işlev/fonksiyon olarak düşünülebilir. Hele elimizde algılanabilen durumlar üzerinde tanımlanmış bir olasılık uzayı varsa, o zaman elimizdeki mekanizmalar aracılığıyla önermelerin doğru olma ihtimallerinden de bahsedebiliriz.

Burada ufak bir not düşmek lazım. Genelde olasılıklar küme cebirleri üzerinde tanımlanırlar. Bir küme cebiri, elimizdeki kümelerin sınırla sayıdaki tüm kesişim ve bileşimlerini içerir. Algı uzayı üzerinde böyle bir cebir olması demek, elimizdeki hakikat rejimi öznelerinin tüm tümevarım aşamalarını kaydedebileceklerini kabul etmek demek oluyor. Bu noktadan Caratheodory teoremiyle tek bir olasılığa ulaşabiliriz. Böylece her algılayıcı için tek bir olasılıktan bahsedebiliriz. Ancak böyle bir kabul ancak akılcılık kabulu içinde mümkün. Dolayısıyla mümküm olan rasyoneldir, rasyonel olan mümkündür gibi nispetle Hegelci bir idealizmle olasılıktan bahsedetmeye bahanemiz olabilir. Ancak akla sığmayan olay temsilini de dışlamış oluyoruz böyle bir bahane için. Bu bahanenin bedeli, daha statik bir toplum tasviri kurmak oluyor.


İkinci öğeyi tarif ederken mümkün olan mekanizmalar üzerinde hiçbir kısıtlama koymadık. Ama algılarla önermeleri bağlarken belli mekanizmaların varlığı ya da sık kullanımı başka mekanizmaların kullanılmasını engelliyor olabilir. Ya da bazı algı durumlarını önermelere bağlamak mümkün değildir ve başka bazı önermelere algıların bağlanması mümkün değildir. Bunlar elimizdeki mekanizmalara koyacağımız kısıtlarla ilgili hep. İşte bu kısıtlar bize hakikat rejiminin üçüncü öğesi olan kullanımdaki usulleri, teknikleri tarif edecekler.


Hakikat rejiminin son öğesi artık bir özneler topluluğunu gerektiriyor. İlk öğedeki önermelerin hakikat değerleri  algı uzayındaki olasılıklara bağlı biraz. Ama biraz bağlı, tamamıyla algılarla belirlenecek diye bir durum yok illa ki. Her koşulda, önermeler kümesi, algılar üstündeki olasılıklar, önermeleri algılara bağlayan mekanizmalar ve üzerlerindeki kısıtlar hakikat rejiminin son öğesi olan özneler üzerinde dağılır. Her öznenin haznesinde bazı algılar, ifadeler, gerçeklik algısı ve algıları değerlendirecek teknikleri bulunur. Hakikat rejiminin politik iktisadını oluşturacak olan ise haznedekilerin öznel ve özneler-arasındaki değeri. Güçlü bir öznenin elindeki önermelerin hakikat değeri daha fazla olacaktır mutlaka. Çünkü güçlü bir öznenin algıları, algıları yorum şekli, kullandığı önermeler ve önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler daha yaygın olacaktır. Mesela ana-akım medyanın olayları bir araya getirip haber haline getirişi, aynı işlemi farklı yöntemlerle uygulayan marjinal medyanınkinden daha çok takip edilecektir. Böylece, ana-akım medyanın haberleri, toplumsal gerçek anlayışına ve aslında gelecekteki olası gerçeklik algılayışlarına da daha çok etki edecektir. Mesela, ana-akım medya milliyetçi bir devletçiliği pompaladığında, marjinal medya ne yaparsa yapsın çoğunluk en alakasız konulara bile pompalanan bu milliyetçi devletçiliğin gözünden bakacaktır. Bu bakış açısı da milliyetçi devletçiliğin kendini yeniden üretebilmesine ve böylece toplumun gerçekliğinin kendi lehine çevrilmesine de neden olacaktır.


Gondermeler
[1] Aumann, Robert J. (1976): "Agreeing to Disagree," The Annals of Statistics, 4:6, 1236-1239.

[2] Foucault, Michel (1977): “The Political Function of the Intellectual,” trans. Colin Gordon, Radical Philosophy 17, 12-14.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Kurgulu Zaman

Her iktidar Kadir'ine nefistir. Kadir'in kişiliği, varolagelişi iktidarladır. Üstünlük üzerinden karşılığını bulur iktidar hakikatinde. Herkes iktidar olamaz. İktidar üstün olandır ve üstün olanları tanımlar iktidar. Kadir'in nefsi üstünlükle nefes alır ve iktidar Kadir'in ciğerlerine dolar. Kadir iktidarla yaşadığını düşünürken aslında iktidar Kadirle yaşar. Kadir iktidarın yegane habitatı olur.

İktidarın gözünde Kadir kaçınılmazdır. Ama kaçınılmazlığı zaten Kadir tanımlar. Vatan haini vatana ihanet eden değildir. Kadir'in iktidarını kırpan "hain" düşmanın yaşadığı yerdir vatan. Kadir kendine benzeyenleri kendinden sayar. Böylece hem gücünü artırır hem de bindiği dalı keser. Kadir'in çevresindeki herkes Kadir'e benzemeye çalışır, iktidarda olabilmek için. Ancak zamanla Kadir'e benzemek Kadir'den önce gelir ve Kadir'e benzeyenler aslında Kadir'le hiçbir ortak noktaları olmadığını anlarlar birden.


Kadir zamana hükmeder, onu kurgular. Zaman hep Kadir'in herkesi değerlendirdiği ölçü birimidir. Ne hikmetse, en çok zamana Kadir sahiptir. Kadir zamanını en iyi kullanandır. Ama aslında zaman, sadece Kadir'in iyi kullandığına denir. Zaman iktidardır.