18 Ağustos 2012 Cumartesi

Eleştirel Olmayan İdealizm

Doktoraya ilk başladığımda anlamakta zorlandığım bir kariyer profiliyle karşılaşmıştım sınıf arkadaşlarım/meslektaşlarım arasında. Şurada taşra üniversiteleriyle ilgili yazıyı okuyunca tekrar aklıma geldi, buraya not düşeyim dedim.

 İdealizm ve pragmatizm arasında bir ikilem öngörülür genelde. İdealist eylemlerini soyut bir idealle tutarlı olacak şekilde düzenlemeye çalışır. “Kategorik emir” formatında ilkeler vardır en temelde. Hangi koşulda olursa olsun, idealist bu emirlere uymak zorunda hisseder kendini. İdealist için eylemler ikincil derecede belirleyicidir. İdealler eylemleri belirler. Pragmatist için ise eylemler daha temeldedir. İdealler ancak bir eylem olarak vardır, araçsaldır. Diğer eylemlerini seçer gibi seçer pragmatist düşüncelerini.

İdealist ve pragmatist arasındaki ikilem çoğu zaman idealisti bir dava için çabalarken, pragmatisti ise güç peşinde bir çıkarcı olarak gösterir. Oysa elbette resim bu kadar basit değil. Bir idealist eğer uzak bir dava için çabalıyorsa kısa vadede sağ kalmayı, güç kazanmayı tercih ederek bir pragmatist gibi davranabilir. Öte yandan bir pragmatist de uzun vadeli bir hesap yaparak kısa vadede güç kazanmaktan feragat edip idealist olarak davranmayı ve hatta bir idealist olmayı seçebilir. Bu seçimlerin bilinçdışı boyutlarını da hesaba kattığımızda  resim, bizi idealizm ve pragmatizm arasında ayrım yaptığımıza pişman edecek kadar karmaşıklaşabilir.

Bu karmaşık resme ufak bir ekleme de başlıkta ismini verdiğim kariyer profili. Bu profili akademi özelinde tarif edeceğim ama bu profilin sadece akademiye özgü bir fenomen olduğunu da düşünmüyorum.

Akademide idealizm benim için doktoraya başlamadan önce kaba bir bilimselcilik sınırları içindeydi. Gerçek orada bir yerdedir. Doğru yöntemler seçilirse bu gerçek kendini eksik de olsa gösterir. İdealist bir akademisyen için dolayısıyla amaç sadece ama sadece gerçeği bulmak olmalı. Akademik idealizmin eleştirel bir boyutu olduğunu bana düşündüren şey ise akademik prestij piyasasıydı. Akademi, akademisyenlerin prestij kazanmaya çalıştıkları bir “mekan” haline gelmişti. İnsanlar gerçeği bulmak için değil, gerçeği bulmak için gerekli olduğu düşünülen yöntemleri en iyi, en güzel biçimde uygulayan insanlar olarak görünme derdine düşmüşlerdi. İşte bunun için gerçeği bulmak için gerekli çabayı göstermek yerine yayın yapmaya yetecek kadar çaba göstermeyi tercih ediyorlardı. Gerçeği bulmak için gösterilmesi gereken çaba bir akademisyeni gerektiğinde yayın yapmaya ara verdirecek ve onu belirsiz bir yola sokacak bir çabaydı ve belli bir yaratıclığı içeriyordu. Oysa yayın yapmak için gereken çaba literatür hakimiyetini ve literatürde bir şekilde gözden kaçmış ama ilgi çekebilecek bir konuda bilgi formatında metin üretmeye yetecek kadardı. İlk grup idealist, ikinci grup da pragmatisti benim gözümde. İdealist akademisyen bu yüzden akademideki bu prestij temelli “çürümeye” karşı eleştirel bir tavır içindeydi. Kendini akademik pragmatislere karşı konumlandırıyor, onlardan incelikli emeği sayesinde ayrılmaya çalışıyordu. Pragmatist ise benim gözümde prestij için yakalanmayacağını bilse intihal yapmaktan bile çekinmeyecek bir profildi.

Doktoraya başladığımda idealizmle pragmatizm arasında yaptığım bu naif ayrımı karıştıracak kariyer profiliyle karşılaştım. Bu profil benim gerçeği bulmak için gerekli olduğunu düşündüğüm çabayı harcıyor. Yapacağı yayınlara doğrudan katkısı olmasa bile alanıyla ilgili öğrenilebilecek şeyleri öğrenmeye hevesli. Bilgiye sırf bilgi olduğu için değer veriyor, yöntemlerin inceliklerini kullanmayacak olsa bile öğrenmeye çalışıyor. Durmadan çalışıyor ve bilimsel sorunlara sıradan olmayan çözümler bulmak için ciddi bir şekilde emek harcıyor. Bu tavırlarıyla tam bir akademik idealist gibi görünüyor. Ama diğer akademisyenlerle, mesela profesörlerle olan ilişkileri, konu ve yöntem seçimleri itibariyle tam bir kariyerist gibi düşünüyor. Devamlı akademik prestijini en üst seviyeye çekmeye çalışıyor bu profil. Mesela iyi bir okulda iş bulmaya ölüm kalım meselesiymişcesine değer veriyor. Seçtiği konuların hem okuldaki hem de genel akademi tarafından ilgi çekecek, popüler konular olmasına dikkat ediyor. Kullandığı yöntemler temelde yine popüler ya da profesörlerin kullandıklarından. Ama kendisine prestij katmak için hocaların bir nedenden dolayı ulaşamadıkları bir derinlikte kullanıyor bu yöntemleri.

Bu, kariyer için bir idealist gibi çalışma alışkanlığına sahip ve Türkiye’de az sayıda olduğuna şahit olduğum profile eleştirel olmayan idealist adını vermiştim kendi kendime. Eleştirel değiller çünkü akademi içindeki prestij piyasasıyla bir dertleri yok. Tam tersine prestij piyasasının gerçeğe ulaşmak için gerekli motivasyonu sağladığına inanıyor bu profil. Kullanılan yöntemler -onu eksik uygulayan akademisyenleri saymazsak- temelinde o kadar doğru bir tavrı taşıyor ki yöntemlere hakimiyet üzerinden tanımlanan prestij tam da bilimsel “gerçeği” bulmak için “gerçekten” çabalayan akademisyenleri seçiyor, bu profilin gözünde. Bu yüzden prestij sahibi olmayan ve kenarda köşede kalmış alternatif yaklaşımlardan haberdar olmaya bile gerek yok. Ana-akım literatürde uzmanlaşmak yeterli. Muhafazakarlık da bu alternatif yaklaşım konusundaki ön yargıdan giriyor akademinin içine.

Şimdi düşününce neden Türkiye’deyken böyle naif bir idealist-pragmatist ayrımına sahip olduğumu, aklıma merkez ve çevre ayrımı geliyor. Türkiye’deki akademi merkezde değil. Dolayısıyla merkezdeki rekabet ve akademik liyakat standartları aynı sıkılıkta mevcut değil. Bu yüzden konusunda uzmanlaşmış akademisyenle ismi bilinen, saygı gören akademisyen arasındaki mesafe merkeze göre daha yüksek. Haliyle çevreden merkeze baktığımda o gözümde devleştirdiğim akademisyenlerin eleştirel olmamalarını göremiyordum. Tek gördüğüm teknik kapasite ve yaratıcılıktı ve ben etrafımda buna benzer meziyetleri isminin duyulması yerine kendini bilimsel gerçeği bulmaya adamış az miktarda akademisyende görüyordum. Bu yüzden herhalde idealizmle akademik uzmanlaşmayı, yaratıcılığı ya da çok çaba harcıyor olmayı aynı kefeye koyuyordum. 

Türkiye’deki akademik çürümeyle ilgili tartışmalarda da benzer bir yanılgı gözüme çarpıyor bazen. Eğer bir akademisyen intihal yapmıyorsa, kendini tekrar etmiyor ve yeteri kadar teknik derinliğe sahipse makul akademisyen olarak resmedilebiliyor. Çünkü çürümenin alameti olarak intihal, kendini tekrar ve/veya teknik donanımsızlık gösteriliyor çoğunlukla. Oysa merkeze gelince gördüğüm kadarıyla akademik çürüme başlığı altına sokmak isteyebileceğim toplumsal iktidar karşısında muhafazakar bir konum almak, ekonomik ve/veya siyasi gücün bilimin gündemini ve yöntemini belirlemesine katkıda bulunmak gibi “çürümüş” akademisyenlerin tipik tercihlerini üreten düzenek Türkiye gibi çevre akademilerdeki intihal vb. vakalardan çok daha derin, çok daha vahim.